Ne gökyüzünden bahsettim ne de bulutlardan.
Çünkü çok duymuştum ‘anne bak bulutlar babaannemin koyunlarına ya da beyaz
tavşana benziyor’ sözlerini diğer çocuklardan. İkinci el hayal zaten
kullanmıyordum o yaşlarda da. Tabi bir o beyaz buluta bakıp, ‘anne bak şu bulut
ağzı kanlı kedi yemiş bir canavar köpeğe benziyor’ diyen de vardı. Onlar ayrı.
Uzak bana. Size de uzak olsunlar.
Gölgesinden ibaret çocukluğu
insanların, derken yetişkin vücutları taklit eden karartılardan bahsediyoruz.
Sen masanın başındayken, ofisinin duvarına yansıyan gölgenin dans ettiğine
şahit olamazsın. Ne yaparsa yetişkin bünye, onun emrindedir gölge. Şarkı bile
söyler bazen insan ama gölge sessiz ve karanlıktır. İşte öyle sindirilmiş, öyle
sınırlandırılmış taklit bir karanlığın içine gizlenmiştir ki çocukluğun,
bağımsız hareket etmesi mümkün değildir.
‘Çocukluğu, gölgelere
saklanmıştır yetişkinlerin.’ Bir açıklama daha yapalım…
Karanlıktan korkar çocuk gibi
çocuk. O zamanlardayken hepimiz, ‘ceza verdik sana’ der birileri ve tutar
kolumuzdan bırakırlar soğuk, sevimsiz bir kapının arkasındaki karanlık odaya
bizi. Karanlıkta bulabilir mi çocuk gölgesini?
Ya da gece oluverir birden. Hangi
çocuğa yetmiştir ki oyun oynamak için aydınlık zamanlar. -Hadi hava karardı
herkes evine. -Hadi bakalım gece oldu herkes yatağa. Cümleleri mutlaka yarım
bırakmıştır en güzel oyunları. Karanlık çöken sokakta, karanlık bir uyku
odasında ve ceza diye gönderildiğimiz arka odada; şimdi hatırlayın bakalım
neler anlattınız karanlığa?
Dört ya da beş çocuk, belki de
daha fazla sayıda 80’li yıllar ve öncelerinde mahallelerinde ne biçim oyunlar
oynamışlar, ne büyük, ne harika hayaller kurmuşlardır bir düşünseniz. O
hayaller kurulur ve fevrice saçılırdı sokaklara, karanlık çökünce gecenin
gölgesinde hapsoldu o yarım hayaller. Büyürken çocuklar, yetişkin olurlarken
yılların peşi sıra, o sokaktan topladılar gölgelerini ve o taklitçi, takipçi
karanlıklarda biriktirdiler yarım kalan çocukluklarını.
Bir gün yine odamdayım,
karanlıktayım. Bir ceza hükme bağlanmış, efendi gibi yatıp 10 dakikalık cezamı
çıkacağım. Bu karanlık oda nöbetlerinde insan daha önceki suçlarını da gözden
geçirme imkânı buluyor. Tekerleklerini daha önceden kırdığım oyuncak arabamı
düşündüm, canının ne kadar yandığını falan. Plastik arabanın canının
yanmayacağını mantık çerçevesinde düşünmeye çalışıyorum ama duygusal
anlardayım, zaten hüküm giymişim. Oyuncağımın babasını düşündüm. Neredeydi
acaba? Üzülmüştür sanırım o da. Bu küçük bir hayal edişimden bahsedip buraya
yazarken birden aklıma sinema endüstrisi geliyor. Bir animasyon film, Pixar
film şirketi Amerikan şirketi. Ben 80’li yıllarda birazcık yalnız başıma
kaldığımda oyuncak arabamı kişiselleştirip, ona daha fazla değer vermem
gerektiğini hayallerimde öğrenebiliyordum. Ama şimdi endüstriyel tüketim
toplumunda, çocukların hayal etmesine gerek kalmıyor. Hani hep denir şimdiki
çocuklar çok fena. Her şeyi biliyorlar. Evet, biliyor çocuklarımız; çünkü
birileri onlar için hayal kurup gösteriyor onlara. Bilen ama hayal edemeyen
çocuklar mı büyüyor şimdilerde?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder